13 Eylül 2012 Perşembe

Cebeci günleri




Bir aylık Cebeci'de kiralık bekar evinde zorunlu ikametin hikayesidir.
Gazete ve internetten baktığım ve görüştüğüm kiralık oda ilanlarından sonra Cebeci'de evinin odalarını kiralayan biriyle görüştüm.Baktım ev temizce,muhit biraz sakat ama olsun dedim zaten yabancısı değiliz bu ortamların,ayrıca geçici süre diyerek iki gün sonra ev sahibini arayarak tamam anlaştık dedikten sonra çantalarımla eve geldim.Daha önce her şey dahil (kira,yakıt,elektrik ve su) 300 tl'ye anlaştığım arkadaş bu sefer kış tarifesi diyerek kira 350 tl dedi.Nasıl olur dedim hem ilanda 300 tl yazıyor hem ilk görüşmemizde de 300 tl demiştiniz diyerek itiraz etmeme karşın nazikçe inkar yolunu seçti “beyfendi yanlış anlamışsınız”.Neyse dedim gecenin vakti elimizde eşyalar zaten kaçacak bir yer yok hesabı öyle olsun diyerekten odama yerleştim.
Ertesi gün evin koridorunda hani arabaların arkasına asılan cinsten küçük bir Ankaragücü bayrağı gördüm.Kardeş ben de Ankaragüçlüyüm diyerek başladığım muhabbet arkadaşın Minti'yi tribüne ben soktum ve bir önceki günkü 300 tl'den 350 tl'ye artan kira muhabbetlerinin ardından “Denizin yok ama dümencin çok Ankara” özdeyişinin bir kez daha gerçekliğinin ispatı oldu benim için.
Evsaihibi bekar kırk küsurlarında internetten arkadaşlık sitelerinden hatun düşürmeye çalışan bir arkadaşımız.Bir gün ya senin kredi kartın var mı,ben sana nakit veririm arkadaşlık sitesine üye olacam demesine maalesef kardeş kredi kartı kullanmıyorum diyerek kendimce intikamımı aldım.
İlk zamanların ürkekliğinden olsa odaya girdiğimde kapıyı kilitleyerek oturdum bir süre,kilit de yalandan aslında.Sonraları ev ahalisiyle sıcaklığı yakaladım.Hele Amerika'da tır şoförlüğü yapan Şentepeli Şeref abi ile iyice kaynaştık.Şeref abi Türkiye'deki eşinden ayrıldıktan sonra Türk kadınlarına artan öfkesiyle birlikte ABD'ye yerleşmiş ve Amerikalı bir ablamızla evlenmiş,çoluk çocuğa karışmış,mutlu mesut bir hayat sürdürmekte ama bir yandan aklı hep memlekettedir.Onun için hem yatırım amaçlı ev almak hem gezme amaçlı yılda birkaç ayını memlekette geçirmektedir.Hayali,emekli olunca Amerikalı eşini alarak çocuklarıyla birlikte geri kalan hayatını memlekette sürdürmektir.
Apartman bir yanında pavyon,karşısında pavyon,çaprazında pavyon diğer yanında ise düğün salonu olan bir konumdaydı.Bilen bilir zaten Cebeci Dörtyol'un dörtbir yanı pavyonlarca zengin bir muhittir.
Bina girişinde caddede köfteci Haymanalı bir abiyle tanıştım.On numara ev yapımı köftesi ve koyun yüreği var,yolu düşünlere tavsiye olunur.Bir gün bu köfteci abinin oğlu “abi sizin bina kerhane" gibi sert bir cümle kullanmasına karşılık sakince “yok kardeş birinci katta bayan kuaför var,sana öyle geliyor” diye daha yumaşak cevapladım.Tabi o kuaföre civar pavyonlarda çalışan kadınlar geldiği için öyle düşünmüştü.Bir de bu kuaförden gelenlerle yandaki düğün salonundan çıkan türbanlı teyzeler bazen yanyana gelirlerdi,bir yurdum gerçeği olaraktan.
Bir pazar sabahı binada ikamet etmekte olan bir teyzenin binayı bir kaç şiddette sarsıcı sesiyle uyandım.Meğer mesele alt katlarda oturan bir emekli asker olan Azeri ablanın üstünde oturan öğrencilere isyanıymış.Öğrencilerin kapsında epey bir gür sesiyle binayı inletti güzelim Azeri lehçesiyle,tabi öğrenciler çıkmaya cesaret edemediler.
Bir başka pazar sabahı Cebeci Stadı'nın karşısındaki sarmaşıklarla kaplanmış mahalle kahvesinde kahvaltı yaparken 60-70 yaş aralığındaki amcaların sohbetine tanık oldum;
“bizim Recep'i duydunuz mu?Geçen gün sen malı (esrar) Diyarbakır'dan al dikkat çekmeyeyim diye Gaziantep'te başbakanın konvoyuna takıl.Sonra korumalar şüphelenmişler,yakalamış bu enayileri.”
Bir keresinde de evin karşısında bir marketten bira alırken biri geldi markete,sarhoş gibi konuşmaya başladı.Market sahibi “senin kafan güzel herhalde” dedi,o da "yok abi,ben oğlumu kaybettim kendimi cigaraya verdim" demişti...
Ankara'nın Cumhuriyet'in ilk yıllarında sadece üç bölgesinden biri olan Cebeci (diğerleri Kale bölgesi ve Etlik-Keçiören bağlar bölgesi) eski binalarının içerisinde çok farklı hayatları barındırmaya devam ediyor.

10 Eylül 2012 Pazartesi

Cebeci tarihtir....



Kale'den sonra Ankara'nın en önemli simgeleri arasındadır.Gençlik Parkı,AOÇ,Gar,Kurtuluş Parkı,Kuğulu Parkı kadar değerlidir Ankara tarihi için.Bugünkü durumu malum;bakımsız,terkedilmiş görüntüsü içerisinde hayatta kalma savaşı veriyor.
Ankara'da spor müsabakalarının ilk olarak yapıldığı Cebeci Çayırı üzerine kurulmuştur.Hatta ilk nizami futbol sahası da buradaymış zamanında.1930'ların başında yapılan 19 Mayıs Stadı yetersiz kaldığından 1967 yılında ikinci bir stad için Cebeci Stadı'na karar verilir.
Cebeci Stadı, hem dış hem iç mimarisiyle ülkemizde bulunan birçok staddan çok daha farklı özelliklere sahiptir.Dışardaki geniş merdivenleri,bilet satanın sadece yüzünü görebildiğiniz gişeleri,iki katlı tribünleri vs.Kapalının o dik merdivenlerini tırmanarak en üstüne çıkınca nefes nefese kalırsınız,en azından ben kalıyorum.Maratondan maç izlemesi de epey keyiflidir.Yağmur yağdığında alt kata inersiniz mesela.Devre arasında balkonumsu dış bölümünde 15 dakika çay molası bir başkadır.Yine dış tarafta dolaşmaya çıkınca karanlık, burun titreten kokusuyla sadece tuvaletler kapalı olduğu zaman kullanıldığı belli olan alanlar ürkütücü gelebilir.Maraton tarafında yedek kulübeleri de tribünlere oldukça yakın olduğundan rakip takımın kulübesine sataşmak eğlencelidir.Arkadaşlarla arasıra gittiğimiz Demirspor'un maçlarında rakip takımın yedek kulübesinin üzerinden laf atardık;"hocam kravat olmamış",ısınan oyuncuya doğru "hoca seni niye oynatmıyor,sana gıcık olm bu hoca" ...
Stad mimarisi kadar bulunduğu bölge bakımından da farklıdır.Ankara'nın en eski ve en sert mahallelerinin bitişiğindedir.Ulaşımı kolaydır.Hele bugün etrafında hızla artan bina ve nüfus yoğunluğunda maç zamanları şehrin kargaşasından kaçacabileceğiniz nadir alanlardandır.
Ankaragücü 1980'lerde 19 Mayıs Stadı'nın tadilatı sırasında bir dönem maçlarını burada yapmış ve bu maçlardan unutulmazlarından biri 86'daki bugün sevgiyle andığımız çok değerli hocamız Ahmet Akçay'ın golüyle kazandığımız Bjk maçıdır.En son olarak Rıza Çalımbay'ın geldiği dönemde devre arasında Rizesporla hazırlık maçı yapılmıştı.Herkes kapalıda yerini almıştı,nostaljik tezahüratlar eşliğinde çok keyifli bir gün olmuştu.Ayrıca maçın ikinci yarısında bir oyuncu girmişti "kim lan bu" sorusuna bir başkasının cevabı "o mu,adı Umut mu neymiş,daha on yedi yaşındaymış bu bebe" olmuştu.Hey gidi Umut...
Birkaç sezon Ankara Demirspor maçlarını takip etmiştik,sırf stadı arada ziyaret için.Takımın zaten Ankaragücü'nden farkı yoktu;oyuncularu takip etmeye çalışıyorsunuz bir bakıyorsunuz devre arasında takımın yarısı değişmiş.Zaten öteki sene takım 3.lige düştü, eeee dedik Ankaragücü'nün ızdırabı yeter üstüne Demirspor ağır geldi dedik,bıraktık sonrasında.Yine de gideriz arada bir.Takım 3.lige düşünce stadın çaycısı bile gelmez olmuştu.Ama gittiğimiz maçlar esnasında tribünde değişik eski taraftar abileri görmek fırsatımız da oldu;bir Demirsporlu 50 yaşlarında abi vardır mesela, ak saçlı falan.Asla tribüne oturmaz,demir merdivenlerin üstünden rakip oyunculara ve hakeme tüm stadın duyacağı şekilde ana avrat,sülale bırakmaz küfür eder.Zaten toplasan 150-200 kişi olur,bütün stadda eko yapar sesi.Bir kaç sefer muhabbet için yanaşalım dedik hemen tersledi,tam sinir abidir kendileri.
Bir başka not ise Duygu ve Berkay'ın yazdığı kitabın kapak çalışmaları burada olmuştur.işte o kitabın kapağındaki resim Cebeci Stadı'nda tasarlanmıştır,o spreyle yazı yazan da Anıl'ın bizzat kendisidir.


Ankara'nın 3.lig takımları olan Ankara Demirspor ve Pursaklar halen maçlarını burada oynamakta.Gelen seyirci sayısı da birkaç yüzü geçmez.İşte bu yalnızlığı birilerini rahatsız etmiştir zaman zaman.1997'de dönemin spor bakanı Yücel Seçkiner ilk adımı atmıştı,dahiyane düşüncesiyle;"şehrin başka bir yerine 35 bin kişilik stadı yapana Cebeci Stadı'nı tapusuyla vereceğiz,üstüne alış veriş merkezi yapsın işletsin".Neyseki Cebeci Stadı bu ilk saldırıyı kazasız belasız atlatmıştı.Ardından Gökçek tarafından benzer girişimler devam etti,vaat edilen stadın büyüklüğü bu sefer 35 binden 50 bine çıktı.En son 2007 yılında belediye meclisinde karar alınmıştı "Sincan'a 50 bin kişilik stad yapılacak,burası yıkılacak" diye.Neyseki halen ayakta ama o tedirgin edici durumu her daim etmekte.Gökçek'e kalsa "şimdi oraya bir alt geçit yaparım,üstüne 8-10 katlı alış veriş merkezi,otoparkı ohh mis gibi,gelsin paralar" diye düşünüyordur.Ama bu işler böyle olmuyor ki;Cebeci Stadı gibi mekanlar bu şehre ruhunu veren yerler.Orada kaç kişinin,kaç neslin hatırası var.Kızılay'ın görüntüsü ortada,hele Gençlik Park'ını yıllardır viraneye çevirdiğin görüntü ortada.Gençlik Parkı'nda taa 1930'larda yapılan tarihi köprüyü yıktırdın ne oldu,eline ne geçti başkan??
Neyse bundan sonrası ağzımızı bozarız anca.
Ama yine de,son kez; Cebeciyi yıkanın....
Not:Biz yine de ihmal etmeyelim Cebeci Stadı'nı ara sıra ziyaret etmeyi.İkinci yarı başlayacak 3.lig playoff maçları burada oynanacaktır.Her ne kadar perşembeleri oynanacak olsalar da değişik takımlar gelecek;Ankra Demirspor ve Pursaklar'ıın da olduğu yükselme grubunda İzmirspor,Göztepe,Maraş,Hatay,Lüleburgaz gibi renkli takımlar bulunmakta.

Sokak Fanzin sayı 1,3 Şubat 2009

Deplasman,Denizli,Votka,Mercimek,Palmiyeler....





Saat 24 suları,Gençlik Parkı önü;
"-Selamın Aleyküm
-Aleyküm Selam
-Merhaba
-Merhaba"
ben- ozzyyler nerde,Anıl,Sıtkı,Sebo,Ahmet???
berkay- Anıl nöbetteymiş,Ozzyy'nin ve Sebo'nun işi çıkmış,Sıtkı'nın kafası bozukmuş.
Ben- ozzyy daha dün akşam radyoda sensiz deplasman otobüsü kalkmıyormuş diye gaz veriyordu bize,Anıl da sanalda estiriyordu.
berkay- ......
ben- neyse....
berkay- ama sabah araba yapacaklarmış"
..........
yolluklar hazırlanır;
"ömer-ne içelim osman?
osman-votka.
ömer-iyi bi yetmişlik alıyorum.
osman-tamam.
Sokak-biz bu minibüse sığmayız.
osman-hele bir herkes binsin arabaya sayalım.bindik mi,4-5 kişi de sıkışsın biraz,heh tamam.
kaptan-böyle olmaz osman,ceza yeriz.polatlı'da çeviriyorlar.
osman-yemeyiz abi,her zaman gittiğimiz yol.
kaptan-valla yeriz osman.
osman-kaptan sen kafanı takma gideriz,konuşuruz biz,hadi sen devam et.
kaptan-yalnız gençlere söyle de yere çöp,izmarit atmasınlar.turist taşıyorum bununla,hadi sigara içsinler ama sakın yere atmasınlar.
ömer-beyler arabayı pisletmiyoruz,kimse yere çöp atmasın.
Sokak-tamam,sen merak etme ömer abi."
polatlı'ya yaklaşılır.
"osman-votka bitti mi ömer??
ömer-bitti,polatlı'da alalım."
yola çıkılır polatlı'da azalan içki sorunu tekrar halledilir.
bitmeyen tezahüratlar eşliğinde yola düşülür.
"uğurcan-yeni beste yaptım dinleyin.
serkan-sen başlat bakalım.
ben-beyler biraz daha alçak sesle bağırın,uyuyan arkadaşlar var (haftada bir gün uykumuz var zaten,millet çoluk çocuk sahibi oldu biz deplasmana gidiyoruz.bebeler de bi susmadı ak)
berkay-hakan abi gel gel,emok'un montuna kusmuşlar.
ben-hadi ya,dur bakayım,of offf,bi gram etrafa da sıçratmamış.
berkay-yeni almıştı montu da.
ben-markaymış da üstelik.zorla getirdik elemanı da,kaptana söyle dursun yıkayalım bir yerde."
Afyon civarı
"-acıktık ya duralım mercimek içelim"
sabah 6.30 stada varış.pazar sabahı in cin top oynayan şehrin stadının civarında bir işportacı abi
İşportacı abi-gençler ne maçı var,nerden geliyorsunuz?
Sokak-biz Ankaragüçlüyüz abi,sen Denizlili misin yoksa?
İşportacı abi-ne denizlisi,onların a.... koyarsınız inşallah.
Sokak-eyvallah abi,kolay gelsin sana."

kaptan-ya arkadaş o kadar söyledim,izmarit atmayın yere diye.şuna bir bakın Allah'ını severseniz,yapılır mı bu??
herkes-lan olm kim attı izmariti yere.kaptan sen merak etme şimdi temizleriz.
kahvaltı için bir kahveye oturulur.kağıt,okey derken;
"ben-berkay ne oldu anıl'ı aradın mı çıkmışlar mı yola?
berkay-telefonu kapatmış.
ben-.....


minibüste kalan cevo'dan telefon gelir;
"cevo-abi polis geldi,herkes buraya gelsin diyorlar
osman-polisi ver bana,merhaba,amirim mi diyeyim memurum mu diyeyim,yani hitap bakımından?hah tamam o zaman amirim bakın ben akrabalarımın evindeyim,arkadaşlar pamukkale'de,sıkıntı olmaz sen merak etme,denizli bizim kardeşimiz zaten"

saat 10.30 civarı

Sokak-içmeyek mi,içelimmmm.
denizlili yardımsever amca-gençler demek hepiniz Ankara'dan maç için geliverdiniz (Egeli şivesiyle).Size içeceğiniz bir yer bulayım.ama içmeseniz olmaz mı,gençler içiveriyorlar sonra olay çıkarıveriyolar.
Sokak-yok dayı sen merak etme biz alışığız"


şehir turu;
"emrahcan-berkay abi şunlar yapma ağaç mı??
berkay-yok,canlı onlar,palmiye ağacı.
10 dk sonra
emrahcan-aynı yapma ağaç gibiler,allah allah..."
stada gidiş, Sokak;
"-berkay abi bi milyon var mı?
-herkes de burdaymış,kemal abiler otobüs yapmış.
-sol kapalı'nın geldiği şaban dayı'nın otobüsü polis parka çekmiş.
-taraftardan çok pankart var ak;tunalı kapalı,anti-x,genç güçlüler,sokak,sol kapalı.
cevo-pankartı asalım.
Sokak-yükseğe astın cevo,millet sahayı göremeyecek.
cevo-bi daha değiştirirsem s...ler,zaten asana kadar ebem s...di.
Sokak-iyi o zaman"
dönüş yolu,Sokak;
"-bir yerde duralım da votka alalım.
-acıktık ya,bir yerde duralım da mercimek içelim.
Uğurcan eşliğinde koro tekrar başlar tezahürata;
(ben-gelirken uyutmadılar,giderken uyutmuyorlar,evde olmak vardı şimdi ak)
Ankara'ya varış vedalaşma;
Sokak-hadi beyler görüşürüz.
......
“osman-ömer bir şişe daha votka vardı,o nerde?
ömer-beyler votkayı kim aldı,heh tamam burda.”
.....
Trabzon'da görüşmek üzere.

Sokak Fanzin Sayı 1,3 Şubat 2009

19 Ağustos 2012 Pazar

Ankara Birası

Osmanlı'da küçük işletmeler harici ilk ciddi düzeyde bira üretimi 1890'lı yılların başında İsviçreli Bomonti kardeşlerce başlar.Feriköy'de kurulan Bomonti Bira Fabrikası'nın ardından yıllar sonra diğer bir ciddi girişim devlet tarafından Ankara'da yapılır ama bu süreç biraz sıkıntılı ve yeni devletin tepe yöneticileri arasında olaylı olur.
Atatürk,Orman Çiftliği'nde bira fabrikasının kurulumuna izin verdiği ve yapımına başlandığı zamanlarda İsmet İnönü'nün eniştesi Kudüslü Abdürrezzak Bomonti Bira Fabrikası'nın idare meclisinde yer almaktadır.Bu yıllarda aynı zamanda Bomonti Fabrikası'nın Osmanlı'dan aldığı imtiyazın müdddeti sona ermek üzeredir.Kudüslü Abdürrezzak İnönü'yü etkileyerek Ankara Bira Fabrikası'nın kurulmasını engellemeye çalışır.İnönü fabrikanın yapım aşamasında Atatürk'e giderek kurulacak tesisin iktisadi olmayacağını söylereyek vazgeçilmesini ister.Atatürk durumu fabrikanın yapımından sorumlu Hasan Rıza Bey'e iletir.Ama Hasan Rıza Bey İnönü'nün iddiasının tam tersi konuşur ve yapıma devam edilir.Atatürk ile Hasan Rıza Bey arasındaki diyaloglar kimi aracılarca İnönü'ye iletilir ve İnönü kendisinden daha alt derecedeki memurların görüşlerinin kabul görmesine sinirlenir.Anadolu Kulübü'nde hızlıca içtiği viskilerin ardından Çankaya Köşkü'ne çıkar.Atatürk'ın rakılı yemekli sofrasına oturur.Sohbet esnasında Atatürk faydalı işler yapmadığını düşündüğü İnönü'ye bağlı ziraat vekilinin görevden alınmasını istemesiyle İnönü zamanının geldiğini düşünerek alkolün de etkisiyle çıkışını yapar;
"Haberim olmadan mütemadiyen vekiller istifaya mecbur ediliyor.Maruzatıma itimat edilmeyerek sözlerim başkalarından tahkik mevzuu oluyor.Devlet işlerine ait bütün kararlar sofrada veriliyor.Gayrimesuler işe karışıyor.Bu gibilerden korkuyorum!” Atatürk ise; “Ya..Demek böyle.Demek devlet işleri hakkında sofrada,yani sarhoşlukta kararlar veriliyor,demek istiyorsunuz.Öyle mi?Bu nasıl laf?Bu nasıl düşünüş?Bu ne cüret?Maksadını anlıyorum.Pekala.”

Bu kısa tartışmanın ardından Atatürk sofrayı kaldırtır ve yatmaya gider.Sabah olunca ise Atatürk-İnönü arasındaki devlet yönetimindeki ilişki bitmiştir.

Ankara Bira Fabrikası'nın ve bununla birlikta hamam,işçi konutlarının projesi İsviçreli mimar Ernst Egli tarafından yapılmıştır.Egli de kimi zaman Ankara'nın "nazım planını" hazırlayan Alman mimar Hermann Jansen birlikte çalışmıştır.

Fabrikanın tamamlanmasıyla birlikte bir yandan reklam çalışmalarına da başlanmıştır;genel olarak halkı bünyede ağır tahribat yaratan yüksek alkollü içkiler yerine biranın tüketmesine yönelik çalışmalar olmuştur bunlar.Bomonti Fabrikası'nın da Tekel'e devredilmesiyle bir süre sonra devletin ürettiği tüm biraların adı Tekel Birası olmuştur.Tekel Birası'nın üretimine Yozgat'ta kurulan yeni fabrikayla devam edilmiş,Ankara Bira Fabrikası'nda ise bira yerine Ankara Viskisi adı altında viski üretimine başlamıştır.

Tekel Birası acımsılığının yanında has arpa tadıyla her şeyden önemlisi rakiplerinin yarı fiyatıyla halk içkisi olmasının hakkını verdi ama ne yazıkki özel sektörle rekabet edemeyen devlet 1980'lerin sonuna doğru üretimine son verdi. Ankara'ya ait içeceklerin hikayesi de Çubuk Şarabı,Ankara Gazozu,Ankara Birası ve en son 2000'lerin başında Ankara Viskisi'nin piyasadan kalkmasıyla son buldu.

Kaynaklar: 1-Klıç Ali Anlatıyor-16.17.18-03.1952 Milliyet Arşiv

2-Atatürk Orman Çiftliği’nde Ernst Egli'nin İzleri: Planlama, Bira Fabrikası, Konutlar ve“Geleneksel” Hamam-Leyla ALPAGUT

8 Temmuz 2012 Pazar

Ankara Kitaplığı

Küçük Asya'nın Bin Yüzü: Ankara

Dost Kitabevi'nden Suavi Aydın,Kudret Emiroğlu,Ömer Türkoğu ve Ergi Özsoy'ların ortak yazarlığında çıkmış bugüne kadar yayınlanmış en kapsamlı Ankara kitabı.Ankara'nın coğrafik yapısını,tarihsel gelişimini,sosyolojik değişimlerini Paleolitik dönemden başlayarak Helenistik,Roma,Selçuklu,Osmanlı ve Cumhuriyet tüm tarihler boyunca bize anlatıyor,öğretiyor.Bir bilimsel kaynak olduğu gibi Ankara'ya dair ilginç olaylara da dışardan yazıları da Çerçeve Yazılar olarak kitabın aralarına serpiştirilmiş.Kitap aynı zamanda zengin fotoğraf içeriğiyle de dikkat çekici.Her Ankara severin kitaplığında olmazsa olmaz bir kitap diyelim kısaca.

Efsaneden Tarihe: Ankara Yahudileri

Beki L. Bahar'ın yazdığı bu kitap Pan Yayınları tarafından 2003 yılında yayınlanmıştır.Hem Ankara tarihini hem Ankaralı Yahudiler'in hayatını çok duru bir Türkçe ile anlatan güzel bir çalışma.Bugüne sadece birkaç Yahudi evinden ve saldırılardan ötürü yüksek duvarlarla çevrilmiş sinagogu kalan Ulus'taki 500 yıllık Yahudi Mahallesi'ni,Gençlik Park'ına dikilen ağaçların,Şengül Hamamı ve daha birçok hikayeyi Beki L.Bahar'ın anlatımıyla okumak çok keyifli.

Ankara Kabadayıları

Aynı isimde Halil Soyuer ve Kazım Dayıoğlu yazarı olduğı iki kitap var,sanırım ikisi aynı kitap ve gerçek olan kişi Halil Soyuer.Diğeri takma isim olsa gerek. Ben Kazım Dayıoğlu imzalı olanı okudum.Hacettepe mahallesinin merkezde olduğu Aktaş,Atıfbey,Çinçin ve Yenidoğan çevresinde geçen,Numune Hastanesi,cezaevi veya Cebeci Mezarlığı'nda sonlanan hikayeler,Sarı Veli,Kürt Cemali,Boşnak Selim,Kabadayı Mehmet,Karagöz Kemalleri öğrenmek için güzel bir kaynak.Yalnız kitapçılarda değil sahaflarda bulunabilir durumda olduğunu bilmelisiniz.

20'li yılların bozkır kasabası ankara
Burçak Evren'in yıllar yıllar önce Milliyet Yayınları'ndan çıkmış daha çok görsele dayalı kitabı.Bozkır ve kasaba ifadeleri Ankara için ne kadar sakat olsa da cumhuriyetin ilk yıllarının fotoğraflarını görmek için güzel bir derleme diyebiliriz.

Bir Zamanlar Ankara

Büyükşehir Belediyesince bastırlılan Ozan Sağdıç tarafından hazırlanan yine görsele dayalı Ankara'nın eski fotoğraflarının yer aldığı daha çok albüm tarzında bir kitap.

Ankara'da Sinemalar Vardı

İnal Karagözoğlu'nun bir sinema emekçisi olan Behiç Köksal'ın anılarını yazıya döktüğü önemli bir kitap.Ankara'nın özellikle Sakarya Açık Hava ve Büyük Sinema gibi eski sinemalarında yaşanılan hatıraları okumak oldukça etkileyici.

İki Şehrin Hikayesi:Ankara-İstanbul Çatışması

Ankara'nın başkent olmasıyla başlayan çatışmanın farklı yazarların farklı tarafları savunan yazılarının Seyfi Öngider tarafından derlenen Aykırı Tarih'in yayınladığı bir kitap.Makale sahipleri olarak Orhan Koloğlu,Metin Çulhaoğlu,Tevfik Çavdar,Mehmet Altan,M.Ali Kılıçbay,Ahmet Çakmak,Yusuf Eradam ve Veysel Sarısözen var.İstanbul merkezli medya ve sermaye tarafından oluşturulan bozkır,dünkü kasaba,devletin olumsuzluklarının simgesi çevresinde gelişen tartışmaları okumak güzel.

Kürdün Meyhanesi

Fahir Aksoy'un Can Yayınları'ndan çıkan 1950lerin Ankara'sından bir mekanın hikayesi.Ulus Posta Caddesi'nde olan ama bugüne kalmayan,asıl ismi Yeni Hayat Lokantası olan ama Kürdün Meyhanesi olarak nam salmış Ankara'nın siyasi ve sanat çevresince bir dönem meşhur mekanı.Kimler takılmamışki;Orhan Veli,Cahit Sıtkı,Çetin Altan,Cihat Burak,Fikret Otyam,Ceyhun Atuf Kansu,Mehmed Kemal ve daha niceleri.Müdavimlerinden ötürü sivil polisi eksik olmayan bir mekan ayrıca.Orhan Veli Montör Sabri şiirini de burada yaşananlardan ötürü yazmıştır.Mutlaka okunması gereken bir Ankara mekanının hikayeleri.

Yenişehir'de Bir Öğle Vakti

Genç yaşta yitirdiğimiz özgün ve duru diliyle önemli yazarlarımızdan Sevgi Soysal'ın 1970lerin Ankara'sında geçen romanı.Adana Cezaevi'nde kaldığı zaman içerisinde arkadaşlık,dostluk,kardeşlik ilişkileri,siyaset,namus temalı bu romanı 1974 Orhan Kemal ödülünü de almıştır.

Ankara

Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun yazdığı bu roman cumhuriyetin ilk yıllarının Ankara'sından kesitler sunuyor.Cumhuriyet ile birlikte kadının gelişen rolü,modernlikle birlikte gelen çıkar ilişkilerinin Ankara özelinde konu ediniyor.

Ve diğerleri;

Cumhuriyet'in Ütopyası:Ankara-Funda Şenol Cantek-Ankara Üniversitesi Yayınevi

Ankara 1920-Celal Hafifbilek-Telos Yayıncılık

İlkçağda Ankara-Afif Erzen-Türk Tarih Kurumu Yayınları

Antik Ankara-Haluk Sargın-Arkadaş Yayınları

Ankara,Mon Amour!-Şükran Yiğit-İletişim Yayınevi

Sanki Viran Ankara-Funda Şenol Cantek-İletişim Yayınevi

Yitik Kent Ankara-Gültekin Emre-Heyamola Yayınları

Kadın Öykülerinde Ankara-Efnan Dervişoğlu-Sel Yayıncılık

Başka Kent Ankara-Feridu Büyükyıldız-Phoenix Yayınevi

Yaban'lar ve Yerliler Başkent Olma Sürecinde Ankara-Funda Şenol Cantek-İletişim Yayınevi

Burası Ankara-Kurthan Fişek-Phoenix Yayınevi

Ne demek Ankara:;Balgat,niye Balagt!?-Önder Şenyapılı-ODTÜ Yayıncılık

Ankara Tarihi I-II-Avram Galanti-Çağlar Yayınları

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Morluklar,Ahu Tuğba ve Boney M

"-Ahmet abi boynunda morluk var,bir şey mi oldu?
-Dün gece Ahu Tuğba ile yattım."
Bir gün kaldırımda oturuyorduk,Ahmet abi bize selam vererek dükkana doğru yürürken boynunda bir karartı gördük.Tabi hemen her gün kavga,çatışma gördüğümüzden olsa gerek biraz endişeli sorduk.Gülerek cevabını vermişti ama 7-8 yaşlarında çocuktuk daha o zamanlar,anlamadık tabi.

Ahmet abi ODTÜ'de öğrenciydi,gençti neşe doluydu.Top sakalı vardı,yakışıklıydı.Her ne kadar adı Ahmet olsa da Rum bir ailenin çocuğuydu.Kırtasiye dükkanlarını ilk açtıklarında mahalledeki milliyetçi abilerin desteğiyle (!) kendisiyle Allahsız komünist diyerek sohbetlerimiz başlamıştı.Sonra samimiyeti ilerlettik,dükkana babasına yardıma her geldiğinde bize takılır,sohbet ederdik.Bir süre de babamla (nereden öğrendiyse) aralarında Rumca küfür taşımacılığı yaptım,tabiki espirisine;
Ben-Babam sana şöyle dedi. Ahmet abi-Sen de git ona şunu söyle.
Ben-Baba,Ahmet abi sana bunu dedi.
Babam-Vay şerefsiz,sen de git şunu de.

Bir başka günse bize iki kaset verdi,biri o zamanın siyasileriyle dalga geçen komedi kaseti diğeri de Boney M'in içinde Rasputin şarkısı da olan kasetiydi.Kasetleri bir süre dinledikten sonra ne yazıkki her ikisine de radyodan defalarca şarkı kaydetme saçmalığını yaptım.

Sonra 12 Eylül oldu,mahallede gösteri yapan,bildiri dağıtan,sabahları polisin-askerin kontrolünde yazılarını silmek zorunda kaldığımız abiler ablalar görünmez oldu.Ahmet abiler de dükkanı kapatıp gittiler.Yıllarca görüşemedik ama yıl 1984'tü,haberini aldık.Ahmet abi evde tüpgazı açıp temelli gitmeyi tercih etmişti.Bilmiyorduk neden bunu yaptığını,ama yapmıştı gerçek olan buydu. İşte o gün bugündür ne zaman bir Boney M'in şarkısını duysak ailecek aklımıza gelir,önce hüzünle ama sonra gülen yüzünü düşünerek neşeyle dinleriz.

Not: İlk resim Grup Ekin'in ODTÜ'de ilk verdiği konserin biletidir.

11 Mayıs 2012 Cuma

Ulucanlar

Giriş ücretini ödeyip dar koridorlardan geçerek cezaevine giriyorum.Artık içerdeyim ve ikiyüzlülüğün tarihini gezmeye başlıyorum.Açık,kısa bir yoldan ibaret alanda Adnan Menderes Bulvarı yazılı bir tabelanın duvarda asılı olduğunu görüyorum.Ne alaka diye düşünerek devam ediyorum ve karşımda Hilton Koğuşu adı verilen iki katlı yapıyı geziyorum.Cezaevinin içerisinde farklı bir bina olan burası gerçekten diğer bölümlere göre Hilton ismini hakediyor.Yazar,gazeteci ve politikacılar genel olarak burada kalmış;Hasan Hüseyin Korkmazgil gibi sol yazarlar,Bülent Ecevit gibi ortanın sağı politikacılar ve sağdan gazeteci,aydınlar.Ama ilgimi çeken diğer nokta da burada yatanların çoğunun bulvara ismi verilen Adnan Menderes döneminde yatmış olmaları.
Cezaevini gezerken diğer insanların konuşmalarına belki istemeden ama aslında ve mutlaka isteyerek kulak misafiri olunmalı.Bir abinin “işte Necdet Adalı şurda alttaki köşedeki yatakta yatardı” demesini,birkaç Ayaşlı teyzenin Deniz Gezmiş'in hayatını anlatan yazıyı okurkenki “bak gızzz,bizim toprağımızmış” demesini yine aynı teyzelerin Erdal Eren'in hayat hikayesini okurken “pekte gençmiş”demelerini ve diğerlerini duymak gerek.Ve adi suçluların anılarını....Tekrar vurgulayacak olursak diğer ziyaretçilerin anlattıklarına kulak misafiri olmakta mutlak fayda var.
Çoğumuzun bildiği üzere Yılmaz Güney Duvar filmini,Ulucanlar'da kaldığı dönemde tanık olduğu çocuk bölümündeki isyandan hareketle Fransa'da çekmişti.Yıllarca yasaklıydı,Türkiye'de ilk gösterimi ise 90'ların başında Ankara Film Festivali'nde olmuştu,o da tek gösterimlik izin alınarak.Dün gibi hatırlarım salon tıka basa doluydu,filmden çıktığımızda bir süre ağzımızı açamamıştık.Ama beni daha çok etkileyen filme konu olan çocuk koğuşundaki tecavüz ve işkence olaylarından aynı sebeple filmi izlediğimden bir hafta sonra gazetede okuduğum bir haberdi;Keçiören Islahevi'nde çocuk mahkumlar işkence ve tecavüz olaylarından ötürü isyan çıkarmışlardı.Ve 20 yıl sonra bugün Pozantı Cezaevi'nde yaşananlar gibi. İkiyüzlülüğün bir başka fotoğrafını koğuşları gezerken görüyorsunuz.26 Eylül 1999 Ulucanlar Katliamı olarak tarihe geçen olayların öncesindeki Hürriyet gazetesinin manşetlerini okuyorsunuz, "hapishane değil hücre evi" minvalindeki yazılar.Hani o tünel kazıyorlar diye devletin kendi hapishanesine girerek tünel bulamadan çıkan ama ardında 10 (on) insanın cesedini bırakarak çıktığı isyan bastırma girişimini (!).
Deniz'in,Yusuf'un,Hüseyin'in,Erdal'ın,Adalı'nın ve daha birçok insanın asıldığı kavağın gölgesindeki darağcının Devrimci 78'lilerin “o bizim hatıramızdır,vermezseniz çalacağız” tepkisinden sonra hücre içinde korumaya alınmasının trajikomikliği... En son cezaevini müzeye dönüştüren belediyemizin oluşturduğu satış bölümünü geziyoruz.Muhsin Yazıcıoğlu,Nazım Hikmet kupaları,anahtarlıkları vs.Son günlerin haberi olan,aynı dükkanda Deniz,Yusuf ve Hüseyin'e ait malzemelerin ailelerinin itirazları sonucu kaldırılmasıyla ilgili belediyemizce görevlendirilen prezantabl arkadaşla sohbet etmek istiyorum; Ben “Denizlerin ürünleri satılmıyor mu artık?” Prezantabl satış sorumlusu “Yok,bir iki haber çıktı sonra kaldırdık.” Ben “Ya kardeş yanlış anlama,senle bir derdim yok.Ama sence de tezat değil mi,sen devlet olarak adamları as sonra da burada kupasını sat” Prezantabl satış sorumlusu “O ürünleri para kazanmak için değil insanlar istedi diye sayın başkanımız yaptırmıştı.Hiç bir karımız yoktu zaten,o haberi yapan gazeteci kadın kendi de aldı.” Ben “haber yapmak için almıştır” Prezantabl Satış Sorumlusu “Yok yok ben biliyorum,evinde kullanmak için aldı” Ben “Peki” Son olarak girişteki ziyaretçi defterine girişte veyahut çıkışta gözatılmalı...

6 Mayıs 2012 Pazar

Ankara'dan Arkadaş geçti....

12 Mart öncesi bir yurt baskını sonrası başı gözü her bir yanı siyah mor içindeydi.Günlerce baskın sonrası bu siyahlığı taşıdı,yıllarca ağrısını çekti.Toplumcuydu ve bir o kadar bireyciydi.Zeki Müren'i seviniz diyerek o gün bugündür isyankardır toplumun genel kabullerine.
Bireyciliğinin yanında toplumculuğunun karşılığı olarak çektiği baş ağrılarının sonrasında bir gün,5 Mayıs 1973'te yol kenarında cansız bedeni bulundu.
Bursa doğumluydu ama ve belki daha çok Ankaralıydı,Ankaralı Dört Dörtlük şiiriyle.Sakalsız Oğlanın Tragedyası.Aşkla Sana,Ferhat,Merhaba Canım,Pencere,Sevdadır ve diğerleriyle hep ışıktır hayatımıza. Arkadaş'ı okuyunuz,elbet seveceksinizdir.

ANKARALI DÖRT DÖRTLÜK
Ankara vurulmuş bileklerime
Dumanlı hava, kurt kapanı, ciğerparem
Yaşayanlar unutmadı geçen kışı
Dumanlı hava, kurt kapanı, ciğerparem

İlkyaz mı bu hani nerde Ankara
Cılk yumurta akı kına yakısı
Sürgün hızı sürgün hızı yürektedir
Kavuniçi buğday tanesi, yanık yarası

Koş bire doru at koş bire doru at
Sürgün hızı yüreğime tak eder
Ben böyle Ankara’yı neyleyim
Sürgün hızı yüreğime tak eder

Doymadım doymadım adını anmağa
Oy benim canımın canı canım
Doymadan doymadan Ankara’ya
Oy benim canımın canı canım

22 Nisan 2012 Pazar

Su Perileri ve Dalí

Şehrime Dali gelmiş duyarsız kalmak olmaz hesabı serginin olduğu Cermodern'e yol aldım geçenlerde.Doğrusu hiç gitmemiştim Cermodern'e; Google'ın haritasından Sıhhiye'de Adliye'nin arkasında olduğunu öğrendim.Her ne kadar Ankara'nın merkezi olsa da (bilen bilir) ıssız,pek bir yayanın kullanmadığı bir bölge.Salonun bulunduğu alana girdiğimde tanıdık gelen,geçmişten bir yerlerden hatırladığım heykel daha doğrusu heykelli havuz dikkatimi çekti.Hemen yaklaştım evet oydu,en son Tandoğan'da görmüştük kendisini.O gün bugündür ortalarda yoktu.Aslında 2 yıldır burdaymış kendileri,benim hatam kusura bakmasın.
Sergiyi gezdikten sonra tekrar yanına geldim ama fotoğraf çektiğim esnada üzerinden akan sular durmuştu ne yazıkki.Başkent Ankara'nın en eski tanıklarındandı oysa,ama hiç bir yerde rahat vermemişlerdi.1924'te Hacettepe Park'ına ilk gelişinin ardından Kızılay,Gençlik Parkı,tekrar Hacettepe,Tandoğan sonra İMG'nin depolarında 18 yıllık istirahat diyelim,saflığımızı korumak için.Tandoğan'da bilindiği üzere onun kaldırıldığı yerde Kütahya Porselen'in çaydanlığı mevcut.Elbette büyüklerimizin bir bildiği vardır,zaten heykel dediğin otoritenin,kahramanlığın timsali ya da çaydanlık gibi bir simge olmalıdır.Böyle periymiş,hele çocukların pipilerinden suların akması gibi gayri ahlaki durumlar sözkonusu olamaz. Sözün kısası bir ziyaret etmekte fayda var kendilerini. Hem Dali'yi de görmek lazım.Ayrıca ve şahsen mutlaka görülmesi gereken Dali'nin hayatını anlatan film gösterimi saat 10.00'da başlıyor her bir buçuk saatte bir tekrarı oluyor.Sergi 20 Mayıs'a kadar açık.Tam 10 TL,öğrenci 5 TL.

13 Nisan 2012 Cuma

montör sabri

ben sabri,montör sabri derler arkadaşlar. imalat-ı harbiye'de çalıştım yıllarca,bir çeşit montaj işiydi bizimkisi.ahhh ne yıllardı,zor yıllar bilmezsiniz...Cumhuriyet'in ilk yılları ama her an tekrar harbe girer miyiz endişesi...yokluk bir yandan,açlık bir yandan..ama başardık evelallah,üstesinden geldik... ağırdı işimiz,iş çıkışı yorgun düşerdik.eve gitmek zor geldiğinden iki kadeh niyetiyle tutardım Kürdün Meyhanesi'nin yolunu.biz Kürdün Meyhanesi derdik ama gerçekte adı Yeni Hayat Lokantası'ydı.şairler,yazarlar felan da gelirdi amma velakin sanmayın öyle ahım şahım bir yer de değildi.Orhan Veli vardı bunların arasında benim en hoşsohbet olduğum.kış ayları ortada yanan sobanın etrafında kimi zaman şarabımızı az biraz paramız varsa lakin rakımızı yudumlardık.bu yazar,gasteci taifesinden midir nedir siyasi şubenin polisleri de eksik olmazdı burada. sonra bir gün iş kazasına verdik ayağın birini.ama yine de tek ayakla da olsa gittik meyheneye,Orhan'la sohbete... Oysaki hep ev ahalisi beklerdi beni,her sabah hanım "sakın akşam geç kalma.evde şeker yok,ekmek almayı da unutma" derdi erken gelmem için. belki gerçekten yoktu evde şeker,ekmek bilmezdim. her iş çıkışı kendime bugün eve erken gitmeliyim derdim.ama şeytan beni meyhaneye bırakırdı yine de... "Montör Sabri ile / Daima geceleyin / Ve daima sokakta / Ve daima sarhoş konuşuruz./ O her seferinde,/ << Eve geç kaldım >> diyor./ Ve her seferinde/ Kolunda iki okka ekmek." Orhan Veli

Ankara Kabadayıları



Yağcıoğlu Fehmi Ağa gecenin karanlığında evine doğru giderken yol kenarında sızmış haldeki Kalburcu Hüseyin Ağa'yı farkeder.Yerde yatan hasmına doğru eğilince arkadaşı seslenir hemen;
-İşte tam zamanı,çek bıçağını bitir işini.
Fehmi Ağa ise;
-Ağalık,hasmına böyle kendinde değilken bıçak çekmek değildir diyerek onu sırtlar ve evine götürür.
Kalburcu'nun anası,kapıda oğlunu Fehmi Ağa'nın sırtında görünce oğlunu öldürdü sanarak feryadı koparır.Fehmi Ağa telaşlarının boşa olduğunu anlatır ve Kalburcu'yu anasına baygın bir şekilde teslim eder.Kalburcu sabah kendine gelmesiyle eve nasıl geldiğini öğrenir ve aracıların da yardımıyla o dönemin iki yiğidi barışır.
Ankara'nın ilk kabadayıları seğmen geleneğinden gelen bu kişiler olarak bilinir.Osmanlı'dan gelen seğmen,efe geleneği cumhuriyetin ilk yıllarına kadar sürer.Ardından 1940'lı yıllarda kabadayılık ortaya çıkar.İlk dönemlerinde kabadayılar genelde kahve işletenler veya küçük esnaflar arasından çıkmıştır.Her birinin uğraştığı bir işi vardır.Mahallenin bıçkın delikanlıları olan bu insanlarda mahallenin namusunu koruma,zayıfları kollama,muhtaça yardımcı olmak gibi olumlu özellikleri vardır ilk dönemlerde.
Ankara Kabadayıları kitabının yazarı Halil Soyuer şöyle tanımlar kabadayılığı;
“Kabadayılık olgusu,hiçbir dönemde ve hiçbir zaman,bulunduğu yöre insanlarına zorla hükmetmek,kendisine zorla çıkar sağlamak,şundan bundan haraç almak,vatandaşın ırzına namusuna göz dikmek eylemi değildir.Kabadayı insan,her zaman ve her ortamda özü sözü bir,kıçı başı oynamayan,haksıza arka çıkmayan,hakkın ve haklının yanında olan insandır.”Ama ne var ki kabadayıların bu olumlu özellikleri ilerleyen yıllarda hızla bozulacaktır.
Ankara'da mahalle olarak kabadayıların çıkış yerleri genellikle;Altındağ,Atıfbey,Kayabaşı,Çinçin,Yenidoğan,Aktaş ve Hacettepe'dir.Özellikle “yiğidin harman olduğu mahalle” Hacettepe biraz daha ön plandadır her zaman için.
1940lı yılların bazı önemli isimleri ise Kabadayı Mehmet,Sarı Veli,Kürt Cemali,Boşnak Muharrem,Karagöz Kemal sayılabilir.Her birinin mutlaka değişik hikayesi vardı elbet.Bu dönemin hızlı kabadayılarından olan ama aynı zamanda sıkı dost olan Kabadayı Mehmet ile Sarı Veli'nin arası bir gün bozulur.Sarı Veli,Kabadayı Mehmet'in hapse girerken kendisine emanet ettiği silahı kumarda kaybeder.Kabadayı Mehmet bunu öğrenir ve hapisten çıktığında Sarı Veli'yi öldürür.Bu cinayetle artık kabadayılık ortamı bozulmuştur.Bir süre sonra ise yine Kabadayı Mehmet ile Altındağ'ın ünlü kabadayısı Kürt Cemali ile arasında anlaşmazlık olur.Bu iki ismin de olduğu bir ortamda çıkan tartışma ve sonrasında çıkan kavgada elektriklerin de kesilmesiyle nerden geldiği yıllarca ortaya çıkarılamayan,kimin sıktığı bilinemeyen kurşunlarla Kürt Cemali öldürülür.Kürt Cemali'nin yakınları Kabadayı Mehmet'in tarafında bulunan Dündar Kılıç'ı suçlar.Dündar Kılıç yıllar süren baskılara dayanamayarak hapis yıllarından sonra ailesiyle İstanbul'a yerleşmek zorunda kalır.Kabadayı Mehmet ise Ankara sokaklarında Kürt Cemali'nin akrabaları tarafından öldürülür.
Özellikle Altındağ insanı tarafından çok sevilen Kürt Cemali yıllarca unutulmaz.Adına ağıtlar yakılır ve Nuri Sesigüzel'in okuduğu bir plak bile yayınlanır.
Ankaralı Kürt Cemali'ye Ağıt

Kaderim böyleymiş, ağlama anam
Cemalin boyandı al kızıl kana
Dört tane yavrumu bıraktım sana
Layikmidir felek bu ölüm bana
Ben ölürsem bağlatmayın başımı
Arkadaşlar diksin mezar taşımı
Annem silsin gözlerimin yaşını
Dertli yazın mezarımın taşını

Söz-Müzik=Nail Bayşu

Haldun Taner'in yazdığı Keşanlı Ali Destanı'ının da kahramanı Kürt Cemali olduğu söylenir.Haldun Taner artık dönemin koşullarından mıdır bilinmez Kürt Cemali'dir demez olay kahramanına ama oyuna konu olan olayın Altındağ'da geçtiğini kabul eder.

Dündar Kılıç'ın bu döneme ilişkin şöyle bir demeci vardır;“Allahımı inkar edeyim,bizi öldüreni o zamanlar rahat Ankara'ya vali yaparlardı...Hem de alkış tutaraktan..”

1970'lerde itibaren artık kabadayılık ortamı bitmiştir ve babalar (!) dönemi başlamıştır.Ülkedeki şiddet ve yokluk ortamından faydalanmak isteyen bu babalar silah tüccarlığına ve kaçakçılığına başlar.Mahallelinin namusunu koruyan,garibanın elinden tutan zamanın bıçkın insanlarının bir kısmı artık haraç toplayan,uyuşturucu ve silah tüccarlığı yapan insanlar olmuştur.Bu şekilde bozulmayı gururuna yediremeyenler ise bir kenara çekilmiştir.

1980 darbesiyle silah tüccarlığı,kaçakçılık vs yapan babalar (!) devri de sona erer.Bundan sonra ise mafya çetelerinin dönemi başlamıştır artık.

“Son kabadayı” olarak nitelenen İskender Çolak ise bir roportajında kanunsuz,ahlak dışı işlerle uğraşan,haraç toplayan çoğu yeni yetme bu kişilerin kabadayı,delikanlı vs olarak nitelendirilmesine isyan etmiştir.Hatta televizyon dizilerinde bu tip insanların ön plana çıkarılmasına çok kızar;

“Delikanlı dediğin kendine güvenir. Öyle yanına 5-10 kişi al, silahlı gezdir, bunlar çok ayıp şeyler.

Delikanlının asıl silahı iyiliktir. Silah, sadece onur ve haysiyet için çekilir.” der Son Kabadayı İskender Çolak.

Kaynaklar: 1-Soyuer,Halil-Ankara Kabadayıları

2-Uçak,H.İbrahim-Kebikeç,Yıl 2000 Sayı 9

Sümela,Artvin,Kars,Doğu Ekspresi,vd.



1.Gün
Yolculuk Cuma gecesi Ulusoy Turizm'e ait otobüsle başladı.Şoförlerin de Trabzonlu olduğu otobüse girişim,aslında Karadeniz'e de ilk adımım olmuştu.Ordu ve Giresun boyunca hasadı yapılan fındıklar kurutmak için dışarıya serilmişti.Sabah 9.30 gibi Trabzon'a indim ve zaman kısıtlı ve etap uzun olduğu için ilk hedef olan Sümela'ya gitmek için Maçka minibüslerinin kalktığı yere geldim.Gidiş-dönüş 25 tl ama sayıca fazla olunursa pazarlıkla daha düşük fiyata gidilebilir ya da Maçka'da indikten sonra otostopla gidilebilir.Trabzon Maçka arası 29 km,Maçka Sümela arası ise 17 km ama daha dik bir yola sahip.Tesislerin olduğu ilk bölge ile kilise arasında 2 km yol var.Tesislerden kiliseye patika yoldan veya araba yolundan çıkılabilir,her iki yol da oldukça dik.Ama araba yolu çok dar ve riskli,iki araba zor sığıyor ve virajlar oldukça tehlikeli,çünkü bir taraf uçurum.Bizim minibüsün şoförü kiliseye kadar bizi çıkarıyor,dönüşte patika yoldan 15-20 dakikada inersiniz diyor.Arabada benden harici Sümela'yı gezmeye gelen iki kişi daha var.Bunlardan Muşlu,İslamcı Kürt arkadaşla beraber kiliseyi ve civarını gezmeye başladık.Ve kimi zaman birbirimizin fotoğrafını çektik.Sümela'nın bir kısmı tadilat nedeniyle kapalıydı.Muşlu arkadaşla Sümela'da olduğu gibi Anadolu'nun diğer yerlerindeki kiliselerde figürlerin yüzlerinin karalanması üzerine tartıştık.Tavandaki resimler ve ortalama bir insanın uzanamaycağı kesimdekiler bozulmamıştı,neyseki.Kilise merkezden oldukça uzakta kayalık bir kesimin doğal yapısı üzerine kurulmuştu.Kilise içerisini gezdikten sonra yaklaşık 2 km'lik ormanın içinden iniş yoluna geçtik.Şoförün söylediği gibi yaklaşık 20 dk çok güzel bir patika yoldan sonra aşağıdaydık.Aşağıdaki buluşmadan sonra Trabzon'a doğru yola koyulduk.Yolda Maçka civarında yapılan HES çalışmalarıyla ilgili şoförü biraz yokladım,o da tepkiliydi.Sularımız azaldı dedi,hatta Trabzonspor'un denize dolgu olarak yapılacak stadına da tepkiliydi.Trabzonspor'u sahiplenmek gerçekten bölgede çok farklı.Fabrikalar,arabalar,binalar bile kimi zaman bordo-mavi.
Trabzon'a varıştan sonra hemen Hopa otobüslerine bindim,yarım otobüs denilenlere.Otobüsün çoğu hat üzerinde inecek Kradeniz insanlarından oluşuyordu ama zamanla bu profil yerini Türkiye'ye gezmek veya çalışmak için gelen Gürcistanlılara bıraktı.Karadeniz sahil yolu öncesini bilmiyorum ama belli ki deniz kenarı keyfini bitirmiş.Hopa'ya kadar deniz kenarında oturulacak mekan sayısı parmakla sayılacak kadar az.Arsin,Ardeşen,İyidere,Fındıklı,Pazar,Rize Merkez,Arhavi gibi sayısız yerleşim yerini geçtik.Fındıklı yol boyunca en güzel yerdi.Rize'ye tam girişte günlük güneşlik olan hava yerini kara bulutlara bıraktı.Aklıma Rizespor'un maçları geldi,ki ne zaman maçlarını televizyondan izlesem sağanak yağış olurdu.Rize'ye girdiğimizde de yağmur başladı ve çıkışımızla yağmur bitti,Karadeniz gezim boyunca da bir daha yağmura rastlamadım.Hopa'ya yaklaştıkça da otobüsteki çoğunluk Gürcü kimliğinin eline geçti.Hopa'ya yaklaşık 6 saat sonra vardım.İlçe Ramazan dolayısıyla durgundu.Biraz dolaştıktan sonra yemek için bir lokantaya oturduğumda iftar saatinin yaklaştığını anladım.İftarını açmak için lokantaya gelenlerle ezan saatini bekledim.O esnada aynı masadaki Hopalı birkaç kişiyle kalacak otel hakkında bilgi aldım ve dolayısıyla yemek sonrası ilçenin belki de tek İslamcı oteli Huzur Otel'e kalmak için gittim.Otel 35 tl,tuvaleti ve banyosu var ama tuvaleti arızalıydı.Denize sıfır oteldi bunun yanısıra.Söz arasında pek tavsiye edebileceğim bir otel değil.Sabah otelden çıkışla birlikte merkezdeki parkta tost eşliğinde kahvaltımı yaptım.Daha sonra ise Hopa'ya bağlı Kemalpaşa'ya gittim.Hopa'da olduğu gibi Kemalpaşa'da da Türkçe,Gürcüce ve Lazca konuşmalar birbirine karışıyordu.Biraz merkezi gezdim sonra ise sahil boyunu dolaştım.Sahili çok güzel,bir yandan denize sıfır çay tarlaları diğer yandan denize girilecek yerleri olsun çok güzel.Devletin yasal biber gazıyla öldürülen Metin Lokumcu için Hopa ve Kemalpaşa'daki yazılamalar dikkat çekiciydi.Sahile paralel Gürcistan'dan günübirlik alışverişe gelenler için daha çok deterjan veya giyim eşyası satan dükkkanlar sıralıydı.Kemalpaşa gezisinden sonra Hopa'ya dönüş ve ardından Artvin'e yolculuk başladı.


2.Gün
Hopa Artvin yolu çok güzel.Geride Hopa'yı ve denizi bırakarak,sıfır rakımdan ilk defa gördüğüm o kadar dik,sıra sıra dağların arasında yeşilliğin içinden yolculuğun keyfini çıkarıyorum.Ama HES'lerin tahribatı burda da çok belirgin,güzelim dağları ortasından bir bıçak gibi yaran beton kanallar...Borçka'yı tam geçtiğimizde şoför birden arabayı sağa çekiyor "ilerde maliye varmış,bilet kesmem lazım" şoförün bilet kesme gayreti yaklaşık 30 dakika kadar sürüyor.Her birinin saati farklı,tarihi yanlış olarak,yolcuların bırak biz yazalım veryansınlarının da etkisiyle en son kendisi de bıkıyor aman ne olursa olsun diyerek yola devam ediyoruz.
Artvin garajında iniyoruz,şehir merkezi yukarda.Zaten tüm şehir dağın yamacına kurulmuş,yollar çok dik.Düz 50 mt bile bir yol yok neredeyse.Merkezi turluyorum biraz,bir yandan kalacak uygun fiyatlı bir yer arıyorum.Bir kafede mola veriyorum.Artvin bölgesinde çaylar süzgeç kullanmadan,çayın kendisiyle geliyor.Gelen çayı beğenmeyen bir müşterinin şikayeti ilgi çekici "ha bu bardağın dibi görünüyor" diye çayın değiştirilmesini istiyor.Ramazan ayı olmasına rağmen şehir hareketli,kadınların da sosyal hayatta aktifliği dikkat çekici.Ardından sabah Kars'a gitmek için Lüx Karadeniz Seyahat'ten biletimi alarak otele geçiyorum.
3.Gün
Sabah Lüx Karadeniz'in otobüsüyle yola devam ediyorum.Otobüs dolu,yolcuların hepsi bayram öncesi evine varma telaşında.Yolcu profili de köylerine gitmeye çalışan Artvinliler ve bölgede çalışan Ardahanlı Kürt işçilerden oluşuyor genellikle.Yolcular şoförün uzun süre mola vermemesinden şikayetçi,diğer yandan da indir bindir oldukça yolcu profili Artvinliler'den Kürt işçilerin çoğunluğuna geçiyor.Gariptir ki kendi bölgesinin insanına karşı agresif davranan şoför giderek naifleşiyor.Artvin-Şavşat yolu güzel olduğu kadar bir o kadar tedirgin edici.Kimi zaman tek aracın geçebildiği,etfanızdaki dik dağlardan her an taş,kaya düşebileceği korkusuyla giderken kışın kim bilir nasıldır bu yollar diye düşünüyorum.Bir süre sert,keskin sıra dağların arasından çıkıyoruz,artık Ardahan sınırlarındayız.Geniş ovalar ve otlayan sığır sürüleri uzaktan güzel görüntü oluşturuyor.Ardahan'dan çıkıp Göle'ye vardığımızda yolcuların çoğu inmişti.Otobüste kalan 3-5 kişiyle yola devam ediyoruz ve akşam saatlerinde Kars'tayız,hiç bu kadar uzun süreceğini tahmin etmemiştim.Oysaki haritadan yol kısa gözüküyordu.Otogar'dan inişle merkeze doğru yürüyorum,bir yandan da yarın Ani Harabeleri'ne gitmek için araşatırmalara başlıyorum.Harabeler Ocaklı köyünün sınırındaymış,her sabah köye servis oluyormuş ama yarın bayramın ilk günü olduğu için minübüsler çalışmaz bilgisini alıyorum.Sağ yanımda Kars Kalesi'ni izleyerek merkeze yürümeye devam ediyorum.
Yeni Otel'de kalmaya karar veriyorum.Banyo tuvalet ortak fiyat uygun,temiz ve güvenli.Otel işletmecisi Volkan'dan ve çalışan Barış'tan Ani Harabeleri'ne nasıl gidebilirim diye bilgi alıyorum.Turistleri götüren birinden bahsediyorlar ama o nekadar fazla istese de 30 tl'den fazla vermemem yönünde uyarıyorlar ya da dolmuşla çevre yoluna çıkmamı oradan otostopla gidebileceğimi söylüyorlar.Neyse adamla telefondan görüşüyorum uçuk bir ücret söylüyor ben olmaz deyip kapatıyorum.

4.Gün
Sabah tam dolmuşa binecekken bir daha arıyor neyse anlaşalım hesabı 30'a anlaşıyoruz,ama diğer yolculara söyleme diyor.5-10 dakka sonra geliyor,bir otelden Güney Koreli bir kadın turist ve belki de Kars'ın en salaş otelinden Gil'i alıyoruz.Gil'in kaldığı otel sahibi (artık ne kadar otel denirse) anahtarı kendisine teslim etmiş bayramın ilk günü nedeniyle köyüne gitmiş.Bizimki belli ki yeni duştan çıkmış saçlar ıslak,kahvaltı da etmemiş.Neyseki cebimde akşamdan kalma az miktardaki tuzlu fıstığı kendisine vererek Türk misafirperverliğini gösteriyorum.Rehber şoför karışımı abi tam buraların kurnazı olduğunu belli eder hareketlerine devam ediyor,aman yiğenim ne ücret ödediğini söyleme diyor.Neyse gittiğimizde Gil'e söylüyorum ve bunun bizim buralarda olağan olduğunu,makul karşılaması gerektiğini kıt İngilizcemle anlatıyorum,o da kıt Türkçesiyle anlamış gibi yapıyordu.Gil Avustralyalı,orda psikoloji okumuş burda Türk-Ermeni sorunu araştırmak için gelmiş.Bunu öğrenince çocuğa inceden ayar oluyorum,size mi kalmış sorunumuz gibisine.Güney Koreli abla depresif görüntüsünün hakkını vererek Ani Harabeleri'ne vardığımızda yalnız gezeceğini söylüyor.Ben de Gil ile takılmaya devam ediyorum.Ani Harabeleri doğa güzelliği açısından tek kelime ile muhteşem bir yerde,Arpaçay ile ayrılmış Ermenistan sınırında.Karşıda Ermenistan sınır karakolu biraz daha uzakta Ermeni köyleri.İnsan tabi düşünmüyor değil,yüzyıllarca birlikte yaşayan insanlar nasıl böyle keskin bir şekilde ayrılıyor diye.Ani Harabeleri mutlaka görülmesi gereken bir yer.Son birkaç yıla kadar askeri bölge diye gezilmesi yasakmış.Geriye kalan binalar adı gibi her ne kadar harabe gibi olsa da mutlaka görülmeli derim.
Gil,depresif Güney Koreli ablamızla birlikte Kars'a dönüyoruz.Öncesinden bahsetmediğim rehber-pazarlamacı abimizin görevi devrettiği yiğeni şoför arkadaş Güney Koreli depresif ablamıza du yu spik ingliş diye askıntı olmaya devam etti yol boyunca,içinden "lan şu İngilizceyi bi çözseydik" özeleştirisini anlamamak elbet mümkün değildi.Neyse şehre vardık bizim Gil'e verdiğim tuzlu fıstıklar etkisini tamamlamış olsa gerek ucuzundan tavuk dönerciye oturuyoruz.Dürüm 3 tl ama ben büyükşehir deneyimi olan biri olarak servis isteyelim ekmeğe dayanırız diyorum,arada en fazla 1 tl oynar diyorum.Ekmeğe dayanıyoruz elbet ama hesabı isteyince 7,5 tl yazmış her servise.Yani abi diyorum bu fiyat biraz orantısız değil mi deyince de abide üzgün bir hava oluşuyor,bu sefer ben de dediğime pişman oluyorum.Hesabı ödeyip çıkıyoruz Kars Kalesi'ni gezmeye.Kars Kalesi şehrin en hakim yerinde,Kars'ın her yerini görebiliyorsunuz.
Kale gezisi ardından Kars'ın birkaç meyhanesinden birine oturduk.Ben gezi öncesinde olsa gerek,gezi boyunca ve tüm gün gün boyunca Doğu Expresi ile gece başlayacak uzun yolculuğumu hesap ederek dayanıyorum biraya.Epey bir süre meyhanede takılıp otele dönüyorum arkadaşlarla vedalaşıyorum ve gara doğru yol alıyorum.Tren hazır yolcularını bekliyor,ben yedek içkilerimle örtülü kuşetli yerime geçiyorum.Kafam da epey bir güzel olduğu için eşofmanımı giyerek yatış pozisyonu aldığım esnada biletçi amca giriyor içeri,"biletiniz beyfendi" diyor uzatıyorum bileti.Amca önce bilete bakıyor sonra bana bakıyor "sizin bilet yarına" demesiyle ufaktan yaygara koparmaya çalışıyorum ama amca çok sakin ve kibar bir şekilde "bence inin yolda sorun yaşarsınız" demesiyle,hayal kırıklığı eşliğinde yarınki uzun yolculuğu tekrardan düşünmenin karamsarlığı çöküyor bir anda üstüme.Gar'ı terkediyorum ama bu sefer de Kars'ın arka sokaklarında kayboluyorum,sarhoş bir şekilde bir askeri bölgenin yanından geçerken ışıktan yürümeye çalışıyorum,nöbetçi kulesindeki askerle inceden kesişerek.Ve tekrar otele dönüyorum,durumu izah ederek.

5.Gün
Beklenmedik gezinin uzaması durumuyla tekrardan geziyorum Kars'ı.Yaklaşık otuz yıl süresince Rusların işgali sırasında yapılan muhteşem sanat eseri binaları tekrardan inceliyorum.Orhan Pamuk'un Kar kitabında tasviriyle birebir örtüşüyor Kars;uzaklık,umutsuzluk,karamsarlık.Oysa ki çok güzel bir şehir.Çok çeşitli etnik ve mezhep yapısıyla ülkemizde sanırım tektir;Terekeme,Türk,Kürt,Azeri,Malakan (bknz.Deli Deli Olma filmi),Alevi,Sünni vs.Bir de dikkatimi çeken benim rastlamadığım veya kaçırdığım başbakan Erdoğan'ın İstanbul-Kars arası hızlı trenle 7 saat olacak açıklaması.Gerçekten 3-4 yerde rastladım aynı muhabbete,söze müdahale edesim geldi siz uzaktasınız,uuuzaaaktaaaa diye ama yapamadım.Gerçekten inanmışlardı,bozmak istemedim.
Akşam oldu yine Yeni Otel'de işletmeci arkadaş ve Barış ile yeniden yeniden muhabbet ettim.İşletmeci AKP'li arkadaş belki üçüncü sefer geçen sene yaptığı Napoli seyahatinden bahsetti,Digorlu Barış ise polislikten başka geleceğini kurtacak bir iş olmadığından bahsetti.Ben her ne kadar Barış'a kendi insanlarına mı saldıracaksın minvalinde tuzu kuru karşı çıkışıma ve şaşırarak kendi arkadaşlarının da aynı tepki verdiğini söyledi,ardından ise haklısın diyerek tatlıya bağlamaya çalıştım,sanırım.Tekrar vedalaşmanın ardından bir daha Gar'ın yolunu tuttum.

6.ve 7.Gün
Bu sefer emindim kendimden.Biletçinin kontrolüyle en fazla 20-30 kişinin olduğu Doğu Expres'te yolculuk başladı.Tahmini süre 32 saatti.Sabah güzel manzaraları kaçırmamak için erkenden 7'de uyandım.Erzincan'a doğru yaklaşmaktaydık,tren hala boş sayılırdı.Örtülü kuşetli odamdan çıkarak yemekli vagona geçtim,bir yandan Mercan dağlarını ve ardından Munzur'u izleyerek.Ardından Erzincan ve sonrası Sivas'a kadar manzara çok güzel.Sivas'ta trenin dolmasıyla yemekli vagona yerleşmem biroldu.Ama aksilik işte tüm tren boyunca bir tek yemekli vagonda elektrikler yoktu.Yemekli vagonun vefakar tek garsonu rakımı soğıtmayı başardı,kısıtlı mezelerle tren yolculuğunun en keyifli saatleri başlamıştı.Günün yavaş yavaş ağarmasını izleyerek,elektriğin olmadı bir ortamda bozkırdan geçiyorduk bu sefer.Hava tamamen kararınca vefakar garson,ortamı bira şişelerinin üzerine yerleştirdiği mumlarla aydınlatmayı bildi yine de.Rakı bitince odama (!) geçtim.Sabahın ilk ışıklarıyla tuvalette kaçak günün ilk sigaralarını içerek Ankara'ya girişi izledim,tahmini 32 saat ama gerçekte 36 saatin ardından.Hele o Kayaş sonrası gecekonduları izlerken Yılmaz Güney'in Sürü filminde Tarık Akan'ın sahnesindeyim sandım bir anda..."Ankara Ankara güzel Ankara...."